…bunlar hepsi aynı gemideymişler… biz de Tamer Çilingir ile ‚Pontos Soykırımı’nı konuştuk…

 

1919 Pontos Soykırımı’nın 100. yılında unutmamak ve geleceğe yönelik farkındalığı diri tutmak adına anarken bir kesim, diğer bir kesim, insanların oldukça baskın bir biçimde „1919 Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı“nı kutlamaları yapıyor. 1919’da resmi tarihin ve ideologların anlatısının aksine aslında ne olmuştu? Bir kesimin „soykırım anması“ olan 1919, diğer kesim için neden ve nasıl bir „ulusal bayram“ olabiliyor?

1919’da yaşanan Osmanlı’dan geriye kalan bazı subayların Samsun’a gidip oradaki çetelerle görüşüp 3 bin yıldır hayatı var eden Pontos’taki (Karadeniz) Rumlara / Helenlere yönelik soykırımın gerçekleştirilmesidir.
Mustafa Kemal, 1926 yılından itibaren „yeni bir tarih yazılımı“na yöneldi. 1933 yılında ilk kez okuduğu ‘NUTUK’ u Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni tarih yazılımı, yeni yalanlardır. Böylece 19 Mayıs’ı bir „kurtuluş savaşının başlangıcı“ olarak göstermiştir. Böylece Pontos’ta yaşanan soykırımı hem gizlemiş hem de bir zafer olarak göstermiş oldular.

Düşünün, bir yanda 353 bin insanın hayatına akıl almaz işkencelerle son verilmiş, 10 binlerce insan 3 bin yıllık topraklarından sürgün edilmiş, geride kalanlar zorla Müslümanlaştırılmış (!) ve Türkleştirilmiş (!). Öte yandan bu bir ulusal zafermiş gibi bayram olarak insanların beynine empoze edilmiştir.

 

23 Haziran’a giderken „kardeşlik“ ve „sevgi“ sloganları atılırken, „birlik ve beraberlik“ çağrıları yapılırken, tarihi, soykırım, katliam, asimilasyon ve sürgünlerle dolu olan kesimler, „Atatürk“ün, „Türk bayrakları“nın ve „Kuvayi Milliye“nin bu denli enflasyoner kullanıldığı siyasi bir atmosferde Sizce hangi algı, beklenti ve umutlar içinde ortak platformlarda bir araya gelebiliyorlar?

Türkiye Devleti, kuruluşundan itibaren tartışmalı bir devlettir; meşru değildir. Meşru değildir, çünkü nüfusun yüzde 10’unu bile oluşturmayan bir etnik kimlik ve nüfusun yarısını bile oluşturmayan bir din-mezhep üzerine şekillendirilmiştir. Osmanlı’dan devralınan işgalci, katliamcı, soykırımcı politikaların devamcısı olmuştur. Bu devlete muhalif olan kesimler ise ne yazıktır ki 100 yıldır bu devletin kuruluşu ile yüzleşemediler. Dolayısıyla, onların muhalifliği „devletin misak-ı sınırları“nı ya da „bekası“nı zorladığında devletten daha devletçi oldular. „Solda görünen muhalifler“ „laiklik“ olgusunu, batıcı, modern olduğunu iddia ettiği değerler üzerinden, „Türk ulusalcılığı“ ve şoven bir çizgide devletin safında yer alırlarken, „sağda görünen muhalifler“ ise Sünni Müslümanlık olgusu ile devletin safında yer almışlardır yüz yıldır. Muhaliflikleri sistem dışı değildir. Özellikle „sol görünümlü muhalifler“ Kemalizm zehri ile aşılıdırlar.

 

„Kurtuluş Savaşı“ olarak anlatılan Türk tarihi kim(ler)e karşı kimlere karşı yapıldı? Bununla birlikte, Ayastefanos Antlaşması’nın 16. Maddesi ve Berlin Antlaşmasının 61. Maddesi neydi ve arka planında yatan sebep ve siyasi gelişmeler nelerdi?

Ayastefanos ve Berlin Anlaşmaları „93 harbi“ diye adlandırılan 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşının soncu ortaya çıkan anlaşmalardır. Savaşın galibi olan Rus Çarlığı, Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerle ilgili kimi düzenlemeleri dayatmış ve bunlar Osmanlı tarafından da kabul edilmişti. Ancak Abdülhamit dönemine denk gelen bu süreçte Osmanlı altına imza attığı bu anlaşmalara uymamış ve tam tersine anlaşmaya uyulmasını talep eden Ermenilere yönelik katliamlar gerçekleştirmiştir.

Birinci Paylaşım Dünya 1914-1918 yılları arasındadır ama bunun bizim coğrafyamızda sonuçlanışı 1923’dür. Yani 1914’de başlayan Birinci Paylaşım Savaşı Osmanlı’dan geriye kalan topraklarda 1923’de sonlanmıştır. 1918’den sonra yaşanan iki çatışma da Yunan ordusuyla iki cephededir. Bu süreçte İstanbul, Antalya ve Maraş civarında sembolik işgal grupları olan İngiliz ve İtalyan askerlerinden tek birinin bile burnu kanamamıştır. „Kurtuluş Savaşı“ adı verilen süreç ise asıl olarak geride kalan Rumların başta Pontos’ta olmak üzere Küçük Asya’dan silinmesidir

 

Teşkilat-ı Mahsusa neden kurulmuştu? 1891’de Hamidiye Alayları ve 1892’de Aşiret Mektepleri kim(ler) tarafından neden kuruldu? Peki, „Bavê Kurda“ kimdi?

Teşkilat-ı Mahsusa 1913 yılında kuruldu. Abdülhamit’i tahtan indiren İttihat  ve Terakkiciler tarafından kurulan bu örgütlenme bugünkü MİT’in öncülüdür. Osmanlı devletinin son yıllarındaki kontrgerilla örgütüdür.

„Bavê Kurda“, yani „Kürtlerin babası“ ifadesi, Abdülhamit’e verilen isimdir o dönemin kimi Kürt aşiretleri tarafından. Aynı aşiretler Hamidiye Alaylarının kurulmasında önemli roller almış ve bu alaylarda Kürtler yer almıştır. Hamidiye Alayları Abdülhamit döneminde Ermenilere ve Süryanilere yönelik katliamları gerçekleştirmiş katledilen ve sürgün edilenlerin mallarına mülklerine el koymuşlardır.

Teşkilat-ı Mahsusa ise 1915’deki soykırımda belirleyici olan örgütlenmedir. Teşkilat-ı Mahsusa hapishanelerde yatan azılı suçluların dışarı çıkartılıp örgütlenmeye dahil edilmesiyle „sermayenin Müslümanlaştırılması“ sürecinde Hıristiyan uluslara yönelik katliamları gerçekleştirme görevini üstlenmiştir.
Kuşkusuz bu süreç 1894’den 1923 yılları arasında gerçekleşmiştir. Hamidiye Alayları ile başlayan süreç, Teşkilat-ı Mahsusa ve 1919’dan sonra Pontos’ta çeteler ve „Merkez Ordusu“ tarafından gerçekleştirilmiştir.

Yani 1894’de Abdülhamit ile başlayan süreç, 1908’den sonra İttihat ve Terakkiciler ve 1919’dan itibaren Kemalistlerce tamamlanmıştır.

 

1915’te soykırıma uğratılan „Millet-i Sadıka“ olan Ermenilerin ile Samsun’da startı verilen Pontos Soykırımı arasındaki bağlantı(lar) ne(ler)dir? Kimi kesimler Kemalistleri ve İttihatçıları ayrı okumayı yeğliyor. Siz araştırmalarınızdan hareketle ve kendi açınızdan bu statükoyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve bu bağlamda bugün „Karadeniz insanı“ neden „Kral’dan daha Kralcı“ kesilebiliyor? Bunun altında yatan psikolojik güdü nedir?

Abdülhamit, İttihatçılar ve Kemalistler, Osmanlı’nın son dönemindeki önemli aktörlerdir ve bu üç aktör de „sermayenin Müslümanlaştırılması projesi“nin kendi dönemlerinde uygulayıcılarıdırlar.

Özellikle İttihatçılar ile Kemalistler arasında neredeyse fark yoktur. Sadece soykırım ve katliamlar boyutunda değil, daha sonra „Mustafa Kemal’in devrimleri“ diye adlandırılacak tüm sözde reform ya da yeniliklerin kimileri daha önce İttihatçılar tarafından gerçekleştirilmiş ya da başlanmıştır. Alfabenin yenilenmesi, kılık kıyafet değişikliği, parlamento, anayasa vb.

Karadeniz’de Rum / Helen aileler soykırım, sürgün ve cumhuriyet döneminin baskılarından dolayı çocuklarına dillerini gizli konuşmalarını öğütlemek zorunda kaldı, adları en ”Müslüman” en ”Türk” adlarından seçildi. Hıristiyan olanlar öldürüldü ve sürgün edildi, geride sadece Müslümanlaştırılmış ya da „Gizli Hıristiyan Rumlar“ / „Helenler“ kaldılar. Toplumsal travmalarla dolu geçmişin yarattığı, reflekslere sahip oldular, en milliyetçi (Türk), en Müslüman olduklarını ispat etmeye çalıştılar.

 

Almanya gibi küresel aktörlerin, ki bunlar „Hıristiyan Batı Dünyası“nın temsilcileriydi, bu soykırımlar karşısındaki siyasi tutum ve tavırlarının arka planı neydi?

Almanya, Osmanlı’nın Birinci Paylaşım Savaşı’ndaki müttefikiydi ve Osmanlı Ordusu’nun tüm yönetim kadrosu, Genel Kurmay Başkanı da dahi Alman generallerden oluşuyordu. Friedrich (Fritz) Bronsart von Schellendorf, Osmanlı Genelkurmay I. başkanıydı. Ermeni Soykırımı ve sürgünlerinin planlayıcılarındadır aynı zamanda.
Almanlar Birinci Paylaşım Savaşı sırasında Osmanlı için en ideal yapının „modern Müslüman bir Türk devleti“ olduğunu empoze ediyorlardı İttihat ve Terakki yöneticilerine. Ancak Almanlar ve tabi Osmanlı savaşı kaybettiler.

Savaşın galibi İngilizler de, özellikle Rusya’da gerçekleşen sosyalist devrimden dolayı bu projenin destekleyicisi oldular.

„Ulusal bilinci“ şekillenmiş, aydınlanmış Rum / Helen ve Ermeni toplumu, kültürel, ekonomik ve siyasi olarak giderek güçlenirken, ayrı ayrı devletler de oluşturabilirlerdi.

Ama tüm bunlar yok edilip kurulacak „yeni bir devlet“ çok daha kolay Avrupalı ya da Amerikalılarca yönetilebilirdi.

Ermeni ve Süryani soykırımlarına ilişkin başta İngilizler ve dahi Amerikalılar savaşın karşı cephelerinde oldukları için karşı çıktılarsa da 1918 sonrası değişen durumla birlikte onlar da bu tutumlarını değiştirdiler ve Pontos’ta yaşanan Rum / Helen soykırımına sessiz kaldılar, dolayısıyla destek oldular.

 

Kitabınızda Türk ulus devlet ideologları açısından ‚İslam dininin bir inanıştan ziyade etnik bir aidiyet‘ olduğunu ifade ediyorsunuz. Bu ideologların „Türkleştirme“ ve „Müslümanlaştırma“ operasyonları arasında nasıl bir denklem ve dengeleme uygulamaları vardı?

Osmanlı’da kimlikler din üzerinden isimlendirilirdi. Osmanlı’nın özellikle 1453 İstanbul ve 1461 Trabzon işgallerinin ardından İslamlaştırma politikalarını hayata geçirdiğini görüyoruz. Bu kimi zaman kılıç zoruyla kimi zaman vergi uygulamalarıyla şekillenmiştir.

„Türkçülük“ ya da „Türkleştirme fikri“ 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmıştır ama asıl olarak cumhuriyetle birlikte hayata geçirilmiştir. Dolayısıyla cumhuriyet öncesinde „İslam ortaklığı“ üzerinden başka etnik kimlikler de, Hıristiyanlara yönelik kıyımlarda kullanılmıştır. Ama cumhuriyetle birlikte sıra onlara da gelmiştir.

 

Değişik uluslara yönelik „yok etme girişimlerinin“ aslında 1894 yılında başlamış olduğunu ve 1923 yılında „sonuçlanmış“ olduğunu belirtiyorsunuz. Bu „yok etmenin“ çeşitli biçimlerde cumhuriyet tarihi boyunca farklı „Türk olmayan Müslüman gruplara“ karşıda devam ettiğini ifade ediyorsunuz. Bu çerçevede Türkiye’yi bugünün koşullarında nasıl okuyorsunuz?

Aslında 1921 yılında Pontos Rum Soykırımı devam ederken Koçgiri’ye yönelik büyük bir imha operasyonu vardı. Cumhuriyetin kurulmasının hemen ardından Dersim ve Ağrı’da gerçekleştirilen katliamlar. Asimilasyon sürecinin de başlangıcı bu süreçti. Türkçe dışındaki dillerin yasaklanması, ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyaları, yerellerde sazların, kemençelerin yasaklanması, batılı enstrümanların ve batı müziğinin zorla dinletilmesi vs. Yine Köy Enstitüleri bu asimilasyon sürecinin önemli araçlarından biri olmuştur.

19. yüzyılda kadın örgütlenmeleri, sendikalar, üç dört dilli eğitimin verildiği kolejler kuran, gazete, dergi okuyan, tiyatroları olan, edebiyatçı, sanatçı, doktor, eczacı, mühendis, taş ustası, demirci, fırıncı yani hayatı var eden insanlar, 20. yüzyılın başında yok edildiler.
Cumhuriyetçilerin „Anadolu cahildi“, „biz aydınlanmayı başlattık“ sözleri kocaman bir yalandır. Onlar, aydınlanmayı yok edip coğrafyayı karanlığa boğdular bu coğrafyayı. Ve bugünkü Türkiye 100 yıl öncesinden de geride. Yüz yıl boyunca da aydınlanmacı her girişimi kanla, şiddetle bastırdılar, bastırıyorlar.

Burada belki de muhaliflerin duruşuna ilişkin de bir şeyler eklemek gerekiyor;

100 yıl boyunca muhalif kimlikli kişi, aydın, entelektüel, kurum ya da örgütlerin neredeyse tümü bu „batıcı, modern cumhuriyet“ propagandasından etkilenmiş, daha doğrusu Kemalizm’le hesaplaş(a)mamışlardır. Bu yüzden soykırımlar; Ermeniler, Rumlar / Helenler, Süryaniler görmezden gelinmiştir. Sosyalistler bile kendi tarihlerini Mustafa Suphilerden başlatmıştır. Oysa Mustafa Suphi’den önce bu coğrafyada sosyalizmi savunan Ermeni, Rum / Helen, Sırp, Bulgar devrimciler vardı.

Halen birinci meclise övgüler diziliyor. Orada Kürdistan ve Lazistan milletvekilleri vardı diye. Oysa o mecliste binlerce yıldır bu coğrafyada yaşamış Ermeniler, Rumlar / Helenler, Süryaniler yoktu ve o tarihlerde o meclis, Pontos’ta 353 bin insanın hayatına mal olacak Pontos Rum / Helen Soykırımı’na onay veriyordu. Mecliste yer alan Lazistan ve Kürdistan milletvekilleri ise Müslüman kimlikleriyle (!) ve Türklük (!) adına oradaydılar.

 

İnanç ve etnik kimlikler daima anlatının „görünür tarafı“nı yansıtırlarken ve semptom olarak belirgin olurken, arka planda ve asıl sebep olarak sermaye sınıflarının ittifaklarının düzenlediği dünya düzeni açısından okuduğumuzda, günümüzde Türkiye’yi nasıl okuyorsunuz?

Gelinen noktada Türkiye Cumhuriyeti, dünya düzeni içinde büyük sermaye güçlerinin önemli pazarlarından ve devlet olarak da ortaklarından biridir. Ancak, kuruluşu itibariyle meşru olmadığı için 100 yıldır onu ayakta tutan katliamlar ve şiddettir. Bu da ittifak içinde olduğu sermaye güçleri açısından dönem dönem „reform girişimlerini“ gündeme getiriyor. „Demokratikleşme“ yerli sermayenin de istediği  bir şey ama her defasında bu girişimler 100 yıl önce oluşturulan sahte alt yapının (!) gerçekleri ile karşı karşıya kalıyor ve hayata geçirilemiyor.
Mesele sadece „Türkiye Türklerindir!“ sloganının yanlışlığında değildir. Kendi iç dinamiğiyle oluşmamış bu kuruluş süreci, kapitalist anlamda bir devletin oluşmasını bile (!) sağlayamamıştır. 

Bu slogan üzerine kurulan devlet, en küçük bir demokratik açılımda dahi kuruluşundaki gerçeklerle yüzleşmekle karşı karşıya kalıyor. Bu gerçeklerle yüzleşmek (!), ancak devletin kendisini fesih etmesi gerektiği anlamına geliyor. Bu yüzden 100 yıldır olduğu gibi, şiddete dayalı, antidemokratik, hukuksuz uygulamalar devletin ve onun hükumetlerinin temel politikası haline geliyor…

 

zeynemarslan.

19.05.2019

Ähnliche Beiträge

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert

Diese Website verwendet Akismet, um Spam zu reduzieren. Erfahre mehr darüber, wie deine Kommentardaten verarbeitet werden.