Alevi Kadınlarına ÖCÜ gösterilen Kadın Hak Mücadeleleri ve Feminizm…

 

eğer bugün bir takım kadın haklarından bahsedilebiliyorsa, Alevi kadınları da, seçme ve seçilme haklarına, eğitim haklarına, kendi bedenlerine sahip çıkma haklarına, çalışma haklarına, konuşma haklarına önemli oranda kavuşmuşsa, bunu feminist kadın hakları mücadelesinde yaşamlarını ortaya koyarak büyük bedelleri ödemiş olan bacılara borçlu olduklarını unutmamalıdırlar…

Toplumsal Cinsiyet araştırmaları derslerimiz, küresel “Batı“ dünyasında Fransız kadın hakları savunucusu ve devrimci Olympe de Gouges‘un (1748-1793) biyografisiyle başlamıştı. Fransız Burjuva Devrimi (1789) insana birey haklarını vermek üzere ve devlet ile, artık “vatandaşlık“ profili üzerinden tanımlanan bireyin, arasındaki münasebeti düzenlemek ve karşılıklı hak ve sorumlulukları belirlemek üzere, bir “Toplumsal Anlaşma“, yani günümüzün anayasasını insanlık tarihine kazandırdı. [Bu Devrim‘in daha sonra entelektüel ve düşünürlerin de ifade ettikleri gibi, olumsuz yan etkileri de oldu: ulus devlet ve millet üzerinden tanımlanan aidiyetler ile kurumsal ve etnik ırkçılığın türemesi.] De Gouges‘ın Fransız Devrimini yapan yoldaşlarından istediği, yapılmış olan anayasa’ya, devrimde omuzomuza birlikte yürüdükleri kadın yoldaşlarının da birey ve vatandaşlık haklarının eklemlenmesiydi. Nitekim, bu anayasa sadece erkeği insandan saymış ve sadece ona anayasal haklarını vermişti. Bu anlamda De Gouges bu anayasanın ‘yüzde elli eksik‘ (!) olduğunu ifade etmişti ve devrimci erkek yoldaşları ona bu hareketin bedelini Guillotine’de kellesini vermesini sağlayarak ödetmişlerdi. Cadı avları, kadınlara toplumsal yaşamın dışında “roller“ verilmesi ve yine iki kutuplu olarak tanımlanan dünya ve insanlık anlatısında kadınlara, “duygusallık“, “mantık dışılık“, “eksiklik“, “ruhsuzluk“ vs. tanımlamaların layik görülmesi gibi bir dizi olgular tarihe damgasını vurmuşlardır. Daha sonra, Sufrajetler[1] 20.yy başlarında Birleşik Krallık ve ABD’de “kadınların seçme ve seçilme hakkını” ve “cinsiyetlerin eşitliğini” savunmak ve talep etmek üzere organize olmuşlardı. Sufrajetler kadınların seçme ve seçilme haklarını elde etmek için en son çare olarak yaşamlarını ve bedenlerini ortaya koymuşlardır. Sufrajetlerin açlık grevleri “zorla besleme” ile karşılık buluyordu. Bir çok Sufrajet bu zorla besleme sonucu hayatını kaybetmiştir.[2] 

Simone de Beauvoir (1908-1986), Judith Butler (1956-….), Donna Haraway (1944-….), Patricia Hill Collins (1948-….), Kimberlé W. Crenshaw (1959-….), Frigga Haug (1937-….), Maria Mies (1931-….), bell hooks (1952-….) gibi bir çok akademisyen ve aktivist kadınlar özellikle 20. yy’da kadın hakları mücadelesine önemli katkılar sağlamışlardır. Bu insanların ve daha fazlasının çalışmaları ve erişimleri farklı kaynaklardan okunabilir. Onlar, erk’in domine ettiği ve onların belirlediği kuramların yönettiği anlatımların, kendisinden farklı olanını “öteki“ kategorisine koyduğunu ve kendisinin belirlediği araç gereçleriyle ancak ‘kendini yeniden üretmeye‘ hizmet ettiğini savunyorlar. Buradan hareketle, yapmaya çalıştıkları alternatif metodları, dili ve kavramları geliştirerek, kadının ve ‘öteki’nin de kendi özüne uygun dünya sistemi içinde müdahil olabilmelerini ve güç dengeleri ve akslarında kaymaları sağlamaktır. Burada daha fazla detaya girmeden, Türkiye’de kadın hareketlerine yine çok kısaca değinmek istiyorum;

Türkiye’de kabaca, Tanzimat dönemlerinden (1860-1876 ve 1876-1896) itibaren “vatandaş“ profilinin oluşturulmaya çalışıldığı süreçte kadın cemiyetleri ve kadın dergileri oluşturuldu.[3] Onlar 1935 yılında 18 tane kadın temsilcinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne seçilmesini sağladı, fakat bu Kadın Fırka’sı, 1935 yılında “İlk Uluslararası Kadın Konferansı“na (18.-24. Nisan 1935) İstanbul’da evsahipliği yapmış olan, Mustafa Kemal Atatürk tarafından tekrar yasaklandı. Sebep olarak da, ‘kadın hareketinin Kemalist hareketin önüne geçtiği‘ fikri ortaya konuldu. Oysa asıl sebebin, kadınların savaş karşıtı ve dünya barışı için yaptıkları çağrılar ve izledikleri siyaset olmuş olduğu da artık belirginlik kazanmıştır.[4] Burayı çok fazla detaylandırmadan özet olarak söylenilmesi gereken şudur: Kadınlar, siyaset ve toplumsal alanlar için karar mekanizmalarının işlediği ve işletildiği platformlara (mü-)dahil edilmek istenmiyor.

Küresel ‘Batı’da kadın hareketleri yoğunlaşarak devam ederken ve 1960’lı yıllardan itibaren, kadın hareketinin “beyaz-ortasınıf-kadın“ profili eleştirilirken, Türkiye’de kadın hareketi ancak (!) 1980’lerden itibaren yeni bir uyanışı yaşadı. Onlarda, “İkinci Dalga Kadın hareketi“ adıyla literatürde yerini almış olan bu süreçte, Türkiye’deki kadın harketinin “beyaz-ortasınıf-kemalist-türk kadını“ profilini eleştirip, kadının ulus devlet ve millet inşaa süreçlerinde ‘vatan‘a asker ve vatandaş yetiştiren annelik rolü‘ üzerinden araçsallaştırılmaya da karşı gelip, “bacılık“ (İng. sisterhood[5]) fikrini geliştirmeye koyuldular. Burada özellikle Kürt ve Müslüman bacılar ile ilgili bir farkındalık yükselmişti.  

Küresel ‘Batı’da kadınlar “eşit işe eşit gelir“ mücadelesini vermeye koyulmuşken, hergün erkek aile fertleri tarafından katledilen Türkiye’de ki kadınların gündemi daha farklı.[6] Onlar, içinde bulundukları toplumsal yaşam ve buradaki asimetrileri pekiştiren “erk(ek)“ devletin koyduğu cinsiyetçi koşullara karşı mücadele ederken, daha yoğun ve duygusal durumları yaşıyorlar. Dolayısyla, kullandıkları dil ve tavırları bu koşullara oranla eşdeğerdedir ve (kimi erkek aklı ile hareket eden Alevi) bacılar tarafından yadırgandıkları zaman, içinde bulundukları koşullar gözardı edilmemelidir. Bu noktada, toplumsal Cinsiyet Bilimci ve aktivist Ulli Weish “Irkçılık insanları birleştirmeyi ve onları dayanışma içine girmeyi sağlayabiliyor, fakat cinsiyetçilik kadınları birbirine düşman ediyor“ ifadesi, kadınların dayanışma ağlarının genelde ne kadar kırılgan olduğuna baktığımız zaman, görünürlük kazanıyor.

27 Ekim 2018’den beri Avusturya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun İkinci Başkanı olma görevini üstlendim. Alevi kadınları ile temas ve iletişimi daha da yoğunlaştırarak sürdürmeye devam ediyorum. Gözlemlediğim şu: Feminizm ve kadın hakları mücadelesi Alevi kadınlarına “öcü“ gösteriliyor. Kullanılan dilin “erk(ek)“ olduğu bir gerçektir ki, erkeklerin söylediği bu yönlü ifadelere çoğu kadınlar genelde susarak katılmakla yetiniyorlar. Elbette ki, bu konuda daha eleştirel ve farkındalıklı tavırlar izleyen Alevi kadınları da var, ancak geneli itibariyle, feminizm ve kadın mücadelesi karşıtı bir tavrın hakim olduğu bariz bir şekilde kendini hissettiriyor ve gösteriyor.

Genel olarak arkasına sığınılan ise “Alevilikte kadın erkek eşittir“ söylemi. Bunun ile ilgili yazdığım tez’de[7] kadınlar ile yapmış olduğum mülakatlar ve kurumlarda gözlemlediklerimden hareketle ifade edebilirim ki, Alevi kadınları görünürler/-yorlar (İng. visible) ama karar verme mekanizmalarında müdahil değiller, yani onlar daima pasif konumdalar. Bunu en bariz şekilde Alevi kurumlarının içinde yönetici kadrolarında kadın yönetici sayılarından görebiliyoruz. Yapılan toplantılarda istisnai durumlar hariç, daima erkekler konuşuyorlar. Kadınlar genelde mutfak görevlerini yerine getiriyorlar. Erkeklere sorulduğu zaman onlar, “Biz kadınlara engel olmuyoruz ki? Gelsinler yapsınlar(!)“ şeklinde, kanımca gayri ciddi yada farkındalıksız, yanıtlar alınıyor. Oysa ki “mensplaining“[8] diye bir olgu var; Bin yıllardır konuşmaya alışmış, sürekli sahnenin en ön sıralarında yer almaya alışmış erkekler, alanları zaptetmeye alışmış erkekler, kadınlara karşı verdikleri görüntüden birhaber olmaları gerekiyor ki, böylesi basit ve içi boş ve herşeyden önce aslında oldukça samimiyetsiz bir cümleyi sarfedebiliyorlar. Bu erkeklerin karşısında bin yıllardır susmaya, “hanım“ olmaya, “edilgen“ olmaya, içine doğdukları rolleri kanıksamaya alıştırılmış kadınlar var. Bu erkekler, onlara bir de “Buyur, gel konuş(!)“ diyerek psikolojik şiddet uyguladıklarının farkında değiller.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününde tanık olduğum bir olayı paylaşmak istiyorum; bir Alevi kurumunda Dünya Emekçi Kadınlar gününde bir panel düzenlenilmek istenmişti. Kadınlar, o panelden önce günün anlamına uygun olarak bir saatlik bir program yapmayı istediler. Dinleyicilerin karşısına geçtiler ve 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü anmasını gerçekleştirdiler. Daha sonraki panel programını biran önce uygulamaya koymak isteyen erkek yöneticiler kadınların bu bir saatlik anma programına tahammülsüzlük gösterdikleri gibi, onları apar topar sunum pistinden indirme cürretinde bulundular. Uyguladıkları yine şiddetti. Bu yaptıklarıyla ilgili farkındalık kazandırmak adına onlara “neden böyle davrandınız?“ sorusuna verdikleri cevaplar ise yine şiddeti içeriyordu, çünkü bir pişmanlık duyulmamıştı ve o yaşanılan sadece orada kalmakla bitmedi, var olan asimetrik dengeleri yeniden üretti ve statükoyu korudu.

Daima ve heryerde konuşmaya alışmış erkek yöneticiler, kadınların konuşmasına tahammül gösteremiyorlar. Kitle önünde konuşma egzersizi olmayan kadınların konuşmaları belki daha yavaş, daha kararsız olabilir ve biraz daha zaman arzedebilir, fakat agresif, ateşli, yüksek tonlarda ve hararetli konuşmaya alışmış erkekler, bu kadınların konuşmalarına müdahale ederek, onları yönlendirerek ve buna benzer şeyler yaparak, şiddet uygulamaya devam ediyorlar.

Ilk cümlede, “Alevilikte kadın erkek eşittir“ diyerek Aleviliği tanıtmaya başlayan erkekler (ki bu da bir şiddettir, çünkü kadının kendi durumuyla ilgili konuşma hakkını işgal ediyor ve onu iradesizleştiriyor), bu pratikte asla yaşanılmayan iddiaya kadınları da öylesine inandırmış olacaklar ki, Türkiye kadın hareketlerine baktığımızda Kürt Kadın Hareketlerini, Sosyalist Kadın Hareketlerini, Kemalist/Cumhuriyetçi Kadın Hareketlerini görebiliyoruz, fakat Alevi Kadın Hareketlerini göremiyoruz. Alevi kadınları Alevi toplumları içinde herhangi bir ‘kadın hakları mücadelesine gerek duymuyor‘ görüntüsünü veriyorlar. Peki, Alevi toplumlarının toplumsal ve gündelik yaşamlarında kadın ve erkekler öğretide söylenildiği gibi gerçekten eşitmi? Bu soruya kimi Alevi kadınları, “suçlu kapitalist düzendir“ diye cevap veriyorlar. Oysa ki sosyalist kadın hareketi, “özel mülk oluşumu ile birlikte kadın hakları da tahribata uğratılmıştır“ fikrinde olan Friedrich Engels’i bu konuda eksik bulmuş ve kadın haklarının ihlalinin ataerkillikle alakalı olduğunun ve bunun da sınıflı toplumlara geçişlerden çok önce varolmuş olduğunun tespitine varmışlardır.[9] Dolayısıla, 1968‘ler ve 70‘lerde anlatıldığı br kadın yoldaşlara söylenildiği gibi, “Sosyalizm geldiği vakit bütün insanlar, buna kadınlar da dahil, herkes eşit olacaktır“ söylemi de gerçeği yansıtmamakla birlikte, kimi kadın aktivistleri tarafından artık bir başka ‘kadınları oyalama taktiği‘ olarak açıklanıyor. 

Özetle, Alevi öğretisindeki “kadın erkek eşittir“ ilkesi bir ilke ve İnsan-ı Kâmil olma yolunda bir temel hedef olarak karşımızda dururken (secde-i insan), bunu pratik yaşama adapte edip ve orada gerçek kılmanın yollarını aramak, öğretinin gereğini uygulmaya geçirmek anlamına gelecektir. Ezber ve asılsız söylemleri artık geride bırakarak, öğretiyi özümsemek ve içeriğini iyi idrak etmek kadınlar açısından da feminist kadın hareketlerini iyi okumak ve buradan hareketle Alevi toplumları içinde bir farkındalığı yakalamaları için kaçınılmaz olacaktır. Bu anlamda, feminizmi öcü gösterek, Alevi kadınlarını kendi cinsiyetlerine ve kendi bedenlerine ve varlıklarına karşı yabancılaştırma mekanizmalarından da uzaklaşılacaktır.

Feminizm üzerinden bir “erkek düşmanlığı“nı güdmek, öğretinin aslına uygun olmamakla birlikte, asıl yapılması gereken, cinsiyetlerin gerçek (!) eşitliğine yakınlaştıracak yol ve yöntemleri keşfetmektir. Nitekim, eğer bugün bir takım kadın haklarından bahsedilebiliyorsa, Alevi kadınları da, seçme ve seçilme haklarına, eğitim haklarına, kendi bedenlerine sahip çıkma haklarına, çalışma haklarına, konuşma haklarına önemli oranda kavuşmuşsa, bunu feminist kadın hakları mücadelesinde yaşamlarını ortaya koyarak büyük bedelleri ödemiş olan bacılara borçlu olduklarını da unutmamalıdırlar.

 

Zeynep Arslan

16.04.2019

 

Fotocredit: karar.com

[1] Sufrajetler orta sınıftan gelen, “batılı”, “beyaz” kadınlardır. Bugün çoğu zaman aşağlama ve küçümseme amaçlı kullanılan “feminist” söcüğünün o dönemdeki bir karşılığı olarak anlayabiliriz “sufrajet” ismini.

[2] Bkz. Mary Clarke, Jean Hewart, Katherine Fry ve birkaç kişi daha.

[3] Bkz. Yeşim Ergün 2012; Güneş Koç 2009; Esra Yağmur 2014.

[4] Yağmur 2014.

[5] Bkz. bell hooks.

[6] Bkz. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu: http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/

[7] Arslan 2019.

[8] Kabaca; erkeğin herzaman herhangi bir konuya kendisinin daha hakim olduğunu düşünmesi. İletişim hallerinde özellikle kadınların hissettikleri asimetrik güç dengeleriyle ilintili olan durum. Kavram 2008 yılında ABD’li gazeteci Rebecca Solnit’in yazmış olduğu bir makale sonucunda geliştirildi. Kavram’ın özellikleri ve sınırları günümüze dek tartışılmaktadır, tartışmalıdır.

[9] Lerner 1990.

Ähnliche Beiträge

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert

Diese Website verwendet Akismet, um Spam zu reduzieren. Erfahre mehr darüber, wie deine Kommentardaten verarbeitet werden.