2 Temmuz 1993’ten Bugüne Alevi Örgütleri… Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya ile konuştuk…

 

4. Zeynem Arslan: Tam sözümü getirmek istediğim yerlere temas ettiniz Hocam. Türkiye’de rejim bir süredir “yapısal sıkıntılar” diyebileceğimiz gelgitler yaşıyor ve bugün gelinen noktada “Avrasyacı” diyebileceğimiz bir ulusalcılığın etkileri hissediliyor. Bazı uzmanlar Alevilerin devletin önümüzdeki taktiklerine uygun biçimde yeniden yedeklenmesi ve kazanılması konularında fikir yürütüyorlar. Sizin bu konudaki değerlendirmeniz ne olur? Buna karşı başka bazı yaklaşımlar da var. Örneğin Alevi toplulukların üstüne daima bir “yenilgi, ezilmişlik” mührü basılıyor ve ortalama bir Alevinin kolayca kabul edebileceği varsayılan bir söyleme sığınılıyor: “Siz olduğunuz yerde, geçmişinizle birlikte olduğunuz yerde ama daima tarafsız bir konumda kalın.” Kimi gözlemlere göre, Alevi örgütleri bu işleyişi kendi içlerinde büyük ölçüde yeniden yeniden üretmeye girişiyor. Bunu nasıl değerlendirmek gerekir?

Ayhan Yalçınkaya: Yanıtlamaya yine sondan başlayayım istersen. Alevi toplulukların dünyasını bir tür „hayali İsviçre“ gibi tasarlamak ve “olduğunuz yerde kalın, tarafsız konumda kalın” diyen kimse, ya Alevilerin tarihinden habersizdir, ya zaten Aleviliğe çok çok uzaktır, ya da düpedüz Alevi toplulukları apaçık tam bir zırvalığa inandırmak isteyen ve başka siyasal hesaplar peşinde olan biridir. Hele hele bir de bu tarafsızlık yalanına “geçmişinizle birlikte” ibaresi ekleniyorsa, „Ört ki ölem!“ demekten gayrı çare yok gibi duruyor. Şurası açık ki Alevi topluluklar ya da onların temsiline soyunanlar, geçmişlerini koyunlarına sokup boyunlarını büküp sarıp sarmalayıp saklasalar bile, Aleviliği tehdit olarak kodlayanlar ya da her daim Aleviler gibi bir ötekine, düşmana ihtiyacı olan yaklaşımlar ve failler, bu geçmişi her zaman Alevilerin önüne koyacaklar. Ta ki bu geçmiş bütün taraflar açısından işlevsiz hale gelinceye ya da tümden dönüştürülünceye, başka bir misyon için seferber edilinceye değin. „Taraflılık“ ya da „tarafsızlık“ ezilenlerin, azınlık toplulukların, güçsüzlerin önündeki bir seçenek ya da tercih, seçip gidebilecekleri bir yol değildir en başta. Böylesi bir seçim lüksüne sahip olanlar muktedirlerdir. Muktedirler sizi tarafsız bir konuma sürükleyebilir ya da oradan çıkarır. Eğer iktidar siz değilseniz, tarafsızlık yalnızca bir yanılsamadan, içten geçenin bir hayalinden gayrı olmayacaktır. Bu bir yana, Alevilerin nihayetinde isteseler de istemeseler de sahip oldukları bir tarih var. Tarihsel bir miras, “tamam, biz bunu saymıyoruz” diye buharlaşacak bir miras değildir ve dahası, öyle birkaç kuşaklık bir değişim içinde de ortadan kalkmaz ya da değişmez. Onun değişimi uzun bir birikime dayanır her zaman. Bu tarihsel birikimden söz ederken yalnızca Alevilerin kendi Alevilikleriyle ilgili bir birikimden, kendilerini kurma, onaylama ve yeniden üretme süreçleriyle ilgili bir birikimden söz etmiyoruz. Eğer bundan söz edecek olsaydım, bunu zaten „dinsel/kültürel bir miras“ olarak adlandırırdım ki o da bir faktör zaten. Tarihsel miras, Alevilerin devletle, kendinden gayrı olanlarla, çeşitli siyasal rejimlerle ilişkilerine dair bir miras. Aynı zamanda onlardan Aleviliğe dönük akışın mirası da bunun içinde yer alıyor. Öyleyse, tarihsel mirası Alevi toplulukların tek başına üstlenmesi, saklaması, yok sayması, vs. vs. unutması gibi bir şeyden zaten söz edemezsiniz. Tıpkı dinsel/kültürel miras gibi, dışarıdan hemen görülmese de „tarihsel miras“ da son derece dinamik ve etkileşimli bir süreç analiziyle anlaşılabilir ancak; onu statik bir veri kabul ederek değil. Bu analizin olmazsa olmaz parçası, elbette geçerken değindiğim dinsel/kültürel miras olacaktır aynı zamanda. Bu da zaten Alevi toplulukların herhangi bir durum karşısında seyirci kalmasının önüne önemli engeller çıkarır. Hadi bu da bir yana, Anadolu coğrafyası gibi bir coğrafyada bir topluluğun „tarafsızlığından“ söz etmek ya suç ortaklığından söz etmektir ya potansiyel kurban oluşundan söz etmek. Bu coğrafyada tüm ilişkiler son derece karmaşıktır ve en önemlisi daima iç içedir. Çeşitli ara durumlar, geçici konumlanmalar, belirsizlikler, kesintiler elbette olabilir ama bunlar son tahlilde, asli konumlanışların dans adımları olarak okunmaya açıktır. Hele bu tarafsızlık yaklaşımını Alevilere vurulan “hep ezilmişlik, hep yenilmişlik” mührüyle savunmaya kalkışmanın kendisinin, şimdi değilse bile, orta-uzun vadede bir suç ortaklığına dönüşme potansiyeline sahip olduğu kanısındayım.

Alevilerin ezildiği-yenildiği ve bunun daim olduğu yolundaki söylem, aslında kimlikçi Alevi hareketinin post-modern koşullar içinde ürettiği ve iktidar düzeneğine tepe tepe kullansın diye armağan ettiği bir söylemsel unsurdur. Yanlış anlaşılmasın, tarih boyunca Alevilerin ezildiğini kimse yadsıyamaz; gözü dönmüş Alevi düşmanları dışında; daima iktidar oldukları halde, hiçbir iktidarın muhterisliklerini doyuramayacağı muktedirler dışında. Ancak, Alevilerin en azından kültürel miraslarına baktığımızda, kimlikçi Alevi hareketinin doğuşuna kadar bu söylemsel unsurun Alevi topluluklara yapışmadığına tanık oluyoruz. Bu yapıştırma işlemi daha yeni tarihlidir. Evet, ezilmişlerdir ama buna gereken yanıtı ve tepkiyi de kendi dilleri içinde vermekten hiç geri durmamışlardır. Onları ezen, yenen düşmanları, onların diliyle tarihte lanetle anılmaya mahkum edilmiş ama örneğin Pir Sultan, düşmanları için bile, saygın bir figür olarak yerini korumuştur, yeniden yeniden üretilerek. Örneğin bugün Muaviye oğlu Yezid’e sahip çıkan kaç Sünni biliyorsunuz, bunun gibi. Kaldı ki Aleviler nihayetinde dinsel bir azınlığa dönüşmüştür. Dinsel azınlıkların, ortodoks dinsellik biçimlerini reddedenlerin başına gelecek olan şey neyse, Alevilerin başına gelen de odur. Bu anlamda, kendi özgünlükleri baki kalmak kaydıyla, biçimsel olarak Aleviliğe hasredilebilecek, münhasıran onunla açıklanabilecek bir „daimi yenilgi-ezilmişlik mührü“nden söz etmek anlamlı değildir. Bu söylemsel unsuru Türkiye’de AKP rejimi ve onun akademik militanları, liberal kimi çözümlemelerden beslenerek, AKP iktidarını berkitmek için özellikle yaygınlaştırmışlardı. Basitçe, Alevilerin kendi kendilerini, kendi kimliklerini hep ezilmişlik üstünden kurarak, bu ezilmişliği „telafi etmek“ üzere iktidar mücadelesi verdikleri ve örneğin Cumhuriyet’in başından sonuna bu telafi arzusuyla devlette kadrolaştıkları, somut olarak yargının, ordu sisteminin Alevilerin elinde olduğu iddia edilmiş, bu iddianın yaygınlaştırılması ölçeğinde bir yandan yargı ve ordu sistemindeki Aleviler hızla temizlenirken aynı zamanda bu sistem, Aleviler öne sürülerek tümüyle ele geçirilmiştir. Hatta hatırlanacaktır, AKP’nin Suriye’ye ilişkin politikasının en önemli leitmotive’lerinden biri de „Suriye rejiminin sözde Aleviliği“dir. Dolayısıyla somut tarihte Aleviler ezilmedi-yenilmedi gibi bir iddiam yok ama aynı somut tarih içinde, ezilmişlik söylencesinin son derece post-modern olduğunu iddia ediyorum. Yani aslında bunun kendisinin bir söylence olarak incelenmeye muhtaç olduğunu; Aleviler açısından değil; onlara bunu yapıştıranlar açısından incelenmeli; Sürekli ezildiğini söyleyip duran bir Aleviliğe kimin, niye ihtiyacı var acaba? Böylesi bir Alevilik kimin, hangi yarasına merhem oluyor; Alevilerin olmadığı kesin?

„Tarafsızlık“ nitelemesi beni her zaman kuşkulandırmıştır. Sözcüğün yollama yaptığı geniş evren içinde kulaç atmak değil niyetim. Ancak özellikle Türkiye’deki yapısal sorunlar düşünüldüğünde tarafsızlık sözü yeterince kuşku verici. Şöyle ki bir sorun karşısında tarafsızlıktan söz edebilmek için, asgari düzeyde gerekli olan şey, tarafsız olan, olduğunu iddia eden ya da olması gerektiğini iddia ettiğiniz şeyin, yani aslında üçüncü tarafın sorunun bir parçası olmaması gerektiğinin varsayılması ya da gerçekten olmadığının kabul edilmesi gerekir. Özetle, ortada iki ya da üç taraflı bir çatışma, mücadele ya da sorun vardır; siz o sorunun kesinlikle bir tarafı değilsinizdir. Peki, bu ülkede hangi sorunun parçası ya da tarafı değildir Alevililik ve Aleviler? Kürt sorunu mu dediniz? Alevilik sorununa bitişik, yapışık bir sorundur o. Olmaz ama hadi oldu diyelim; Kürtler ve Türkler, Kürt sorununu Aleviliği dışlayarak çözdüler diyelim. Bunun sonucunda hem Kürtlerin hem Türklerin nur topu gibi iki ayrı Alevi sorunu olur. Bu yalnızca güncel can yakıcı sorunlar için değil (örneğin laiklik gibi) tarihsel sorunlar için de böyledir; Ermenilerle ilgili sorunlarını Alevileri by-pass ederek çözebilir mi Türkiye? Ya da hadi en uçtan bir örnek vereyim; içinde bulunduğu cinsiyet krizini Aleviler olmadan aşabilir mi? Adaletle, eşitlikle, yurttaşlıkla ilgili hangi sorun vardır ki Alevilerle ilgili olmasın ve Alevileri denklemin dışına atabilelim? Ben bilmiyorum. Öyleyse, sorunlar bu düzeyde iç içe geçmişse, bu somut durumun varlığına karşın Alevilere tarafsızlık çağrısı çıkarmak demek, onların sorunun parçası olduğunu inkardan başka bir anlam taşımaz. Bu inkarın anlamı da açıktır: “Herkesle sorunumu çözerim ama siz eyy Aleviler, siz bana sorun olarak lazımsınız!” Eğer bu değilse şudur: “Hele bir kavganın içindeki Alevileri kavgadan uzak tutup diğerlerini haklayayım, yalnız kalmış Alevileri nasılsa kolayca haklarım!” İşte tarafsızlık politikasının gerçek olası sonuçlarından biri de budur: Toplulukları birbirine karşı yalıtmak, yalnızlaştırmak, toplulukların aynı ya da benzer sorunlarını sanki salt o toplulukla ilgiliymiş gibi göstermek, böylece bir yandan sözüm ona topluluğun özgün biricikliğini onaylıyormuş gibi sırtını sıvazlarken, aynı anda onu tek başına kurda kuşa yem etmek.

Senin sorunun en başına gelirsek; „Avrasyacı“ eğilimler üzerinden ve devletin geliştirdiği yeni taktikler bağlamında Alevilerin yeniden kazanılması/devlete yedeklenmesi gerektiğini savunanlar, kimler, hangi uzmanlar, doğrusu merak ettim. Bunlar olsa olsa ya Avrasyacıların ya devletin yeni taktiklerinin uzmanlarıdır; Aleviliğin uzmanları olmadıkları kesin. Bu haliyle de bu kesimlerin Avrasyacılığın ya da devletluluğun yanına Alevileri güç olarak yığmaya çalışmaları elbette anlaşılabilir; şaşırtıcı bir şey yok ortada. Dolayısıyla, senin sorun eğer Alevi örgütlerinin buna uygun olup olmadığı, bu politikanın bir parçası olup olmadıklarıyla ilgiliyse, şu kadarını söyleyebilirim: Bir süredir gerek Türkiye’de (çok çok sınırlı bir gözlemle söylüyorum ki muhtemelen Avrupa’da da) Alevi topluluklar içinde yükselen bir milliyetçilikten, Alevi örgütlerinde de daha önce değindiğim gibi, tasfiyecilik silahıyla anti-milliyetçilerin temizliğinde bir artıştan söz edebiliriz. Milliyetçilik eklektik bir ideolojidir; yekpare değil. Bu çerçevede çok çeşitli biçimlerde kendini gösterebilir ve yeniden üretebilir. Türkiye’de özellikle aslında anti-emperyalist bile olmayan bir „anti-ABD’ci“ söylem üzerinden, en kaba haliyle bir milliyetçilik pazarlanırken, aynı zamanda bu manivelayla anti-Kürt, anti-mülteci, anti-Arap, homofobik, jinofobik bir söylem de beslenip palazlandırılıyor. Ne yazık ki milliyetçiliğin bu tezahürlerinin en az birden fazla formu Alevi örgütlerine de Alevi topluluklarına da bulaşmış halde. Örneğin şu sıralar en yaygın tezahür ediş anti-mülteci, Anti-Arap ve elbette sıradan hiç çıkarılmayan anti-Kürt bir söylem. Peki bu nasıl olabiliyor?

Bir örnek üzerinden konuşalım mı? Avrasyacıların Dersim düşmanlığı pek ünlüdür bilirsiniz. Ne zaman devletten Dersim’in hesabını soran bir ses yükselse, bunlar hemen ayağa kalkar ve “Asıl Dersimliler devlete hesap versin, asıl Dersimliler devletten özür dilesin” der. Dersim, malum Aleviliğin kalbinin attığı en önemli yerlerden biridir. Peki buna rağmen, nasıl olur da böyle bir zihniyet Aleviler içinde karşılık bulabilir? Basit: Dersim’in diğer Alevi coğrafyalarıyla (bunun tüm nedenleri saklı kalmak üzere) ilişkisinin kesilmesinin başarılması, Dersim’in yalnızlaştırılması sayesinde. Bu aynı zamanda, diğer Alevi coğrafyalarındaki Alevi toplulukların Dersim’e karşı tarafsızlığının sağlanmasıyla oldu! İşte tarafsızlaşmanın en zehirli sonucu! Peki bu tarafsızlaştırma nasıl sağlandı? Döndük mü yeniden milliyetçiliğe… kuyruğunu yiyen yılan hikayesi. Ancak burada yine şeytana uyup şunu da söylemek zorundayım: Şu anda Dersim için mücadele ettiğini, Dersim Alevi topluluğunu savunduğunu ileri sürenlerin Dersim’in biricikliği, özgünlüğü üstüne yaptıkları vurgu, Dersim’i biricik tarihsel kök anlatının ana yurdu ilan etmeleri, Dersim Aleviliğinin diğer Aleviliklerle biçimsel benzerlik dışında benzerlik taşımadığı iddiaları (ki hemen tümünün doğru olmadığı kanısını taşıyanlardanım) Dersim’i savunanların dışında, her tür milliyetçiliğin işini kolaylaştırıyor; Dersim’i iyice yalnızlaştırırken, diğer Alevi toplulukları da Dersim ortadayken milliyetçiliğe uygun bir hale sokuyor. Dersim’i tek başına bir yermiş gibi düşünmekten vazgeçip Dersim için atılan adımın diğer Alevi coğrafyalarında nelere yol açtığını da mutlaka görmesi gerekiyor bu kesimlerin. Bu ve benzeri örnekler, sıradan, kaba örnekler. Bir de milliyetçiliğin kendini iyiden iyice Sosyalizm sosuna bulamış halleri var ki düşman başına….

Söz yine Alevi örgütlerine gelecekse, onunla bitireyim: Ne yazık ki mevcut Alevi örgütlülüğü bu milliyetçi istilayı durdurabilecek gibi görünmüyor. Bunun için yerelden merkeze, siyaset kurumuyla ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesi gerekir ki bunun bedelinin de ağır olduğu açık. Bırakalım bunu, Alevi örgütleri irdelesin fakat, uzun vadeli düşünüyorlarsa ki düşünmüyorlar, Aleviliğin ve Alevi toplulukların hayatta kalabilmesi için bir seçim yapmaları gerektiğinin bile artık farkında değiller ne yazık ki.

4/7

 

Ähnliche Beiträge

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert

Diese Website verwendet Akismet, um Spam zu reduzieren. Erfahre mehr darüber, wie deine Kommentardaten verarbeitet werden.